17 Ekim 2011 Pazartesi

Oğuz Atay Tutunamayanlar

 

Tutunamayanlar, Oğuz Atay'ın ilk romanıdır. 1970 yılında TRT Roman Ödülü'nü kazanmıştır.
Çoğu yazar ve okuyucuya göre Modern Türk Edebiyatı'nın en önemli eserlerinden biridir. Kullanılan dil ve anlatım şekli itibariyle edebiyatta bir devrim olarak kabul edilmektedir. Berna Moran, bu kitabı hem içerik hem de biçimsel özellikleri bakımından Türk edebiyattında yepyeni bir evre olarak değerlendirmekte, Jale Parla ise Don Kişot'tan Günümüze Roman adlı çalışmasında modern vepostmodern roman bağlamında Atay'ın ve Tutunamayanlar'ın yerini belirtmektedir.


ÖZETİ: 

Tutunamayanlar, alışılmışın dışında bir romandır. Belirli bir olayı sergilemekten çok; izlenimler, çağrışımlar, taşlamalar, ayrıntılar ve ruhsal çözümlemelerle oluşur. Bu bakımdan, özetlenmesi güçtür. Ancak, romanın konusu, kısaca şöyle açıklanabilir:

Genç Mühendis Turgut Özben yakın arkadaşı Selim Işık’ın kendini bir tabancayla vurduğunu gazetelerden öğrenir. Olayın çok etkisinde kalır. İntiharın sebeplerini merak eder. Bu amaçla araştırmalara girişir. İlkin Selim’in arkadaşlarından Metin ve Esat’la görüşür. Metin kendisine şunları anlatır: Metin’in Zeliha adlı bir kızla ilişkisi vardır. Selim, kızın ona uygun düşmediğini söyler. Fakat Metin kızı bırakınca, bu kez Selim ona tutulur. Metin bunun üzerine yeniden kıza yanaşır. Kız ise bir süre sonra onlardan ayrılır, başkasıyla evlenir.

Esat da Selim için şunları söyler: Selim’i lise öğrencisi iken tanır. İlginç, zeki, oyuncu bir çocuktur. Çok kitap okur. Wilde’a hayrandır. Fakat Gorki’yi okuyunca onu sevmez olur. Esat’la oyunlar düzenlerler, birlikte eğlenirler.
Turgut Özben, Selim’in arkadaşlarından Kargı’yı bulur. Süleyman ona Selim’in yazdığı 600 dizelik bir şiir verir. Şiire göre, “Selim Işık tek ve Türk. Ve duygulu amansız/sabırsız ve olumsuz, yaşantısında cansız” sanılan bir kişidir.

Turgut Özben Selim’le ilişkisi olan Günseli adlı bir kızla tanışır. Günseli, Selim’e bir toplu gezintide rastlamıştır. Sıkıntılı ve asık suratlıdır. Onu avutmaya çalışır. Fakat Selim’in soru yağmuruna tutulur. O gün anlaşamazlar. Aradan bir ay geçer. Selim onu telefonla arar, buluşurlar. İlişkileri gitgide ilerler. Ne var ki, Selim evlenmeye yanaşmaz. Çok kuşkuludur, geleceğe güveni yoktur, inançsızdır, aile düzeninden de hoşlanmaz. Bağsızdır. Bir ara kendini içkiye verir. Çevreyle uyuşamaz. Sanki bir kafese kapatılmıştır. Hastalanır. “Kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadığını düşünür. Günseli’ye bir mektup gönderir ve ardından intihar eder. 

Selim, son günlerinde “Tutunamayanlar” üstüne bir ansiklopedi hazırlamaya girişir. Orada kendisine de bir madde ayırır. Bu maddede belirttiğine göre, Selim bir kasabada doğmuştur. Babası bir memurdur. Küçükken ağır bir hastalık geçirir. Altı yaşında ailesiyle büyük bir şehre göçer. Sabri adlı bir çocukla arkadaş olur. Okula gider. Uzun boylu olduğundan arka sıraya oturtulur. Sınıfta çok konuşur. Ortaokuldayken Pitigrilli’yi okur. Sonra kızlarla dolaşmaya başlar. O sırada Dünya Savaşı patlar. Askerliğini yaparken Kargı ile tanışır. Askerlik bitince açıkta kalır. Kimse ona sahip çıkmaz. Kendi kabuğuna çekilir.

Turgut Özben araştırmaları sırasında yavaş yavaş kendi benliğini tanır: O da tutunamayanlar biridir. Kendini o zamana değin birtakım törelerin, alışkanlıkların yönettiğini sezer. Gitgide bağsızlığa doğru kayar. Evinden ayrılır. Bir trene binip gider. Gözden kaybolur…

2 Ekim 2011 Pazar

Atatürk'e Göre Edebiyat

 
Atatürk; hayatı boyunca edebiyatla yakında ilgilenmiş, edebiyat toplum faydasına yöneltmek için direktifler vermiş, okullarda öğretim programlarını bu yönde düzenletmiştir. Edebi sanatların bir fikri özellikle inkılâpların yayınması ve kökleşmesinde en etkili araç olduğu daima inanmıştır.Bir akşam toplantısında (1937),söz edebiyatdan açılınca, bu konuda çeşitli konuşmalar yapılır.”Edebiyat denir?Osmanlı devrinde cumhuriyet rejiminde edebiyat denilince ne anlaşılıyor?”gibi sorular sorulur.Söz ve anlamı yani, insan aklında yer eden her türlü bilgileri ve insan kudretinin en büyük duygularının, bunları dinleyenleri veya okuyanları çok alakalı kılacak surette söylemek ve yazmak sanatı.Bu itibarla ,edebiyatın her insan ve cemiyeti, bu cemiyetin hal ve geleceğini koruyan ve koruyacak olan her kuruş için esaslı eğitim araçlarından biri olduğu kolayca anlaşılır.Bunun içindir ki Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı, edebiyat öğretiminde şu noktalar bilhassa önem ve kıymet vermelidir:

A)Türk çocuğunun kafasını, yaratılıştaki dikkat ve itinaya göre geliştirmek. Bu, Cumhuriyetin sağlık düzeniyle ilgilenen bakanlığa da düşen bir görevdir.

B)Güzel muhafaza edilen, yürek kafa ve zekâlarını açmak, yaymak, genişletmek.Bu bilhassa, Milli Eğitim Bakanlığında görevlidir.Bununla birlikte, Türk çocuklarının kafalarına müspet ilim ve maddi teknik mefhumlarını,yalnız nazari olarak değil aynı zamanda pratik vasıtalarla da yetiştirmek.

C)Bir taraftan da Türk kafalarındaki kabiliyetleri, Türk karakterlerindeki sağlamlıkları, Türk duygularındaki yükseklik ve genişlikleri, kendileri hiç zorlanmadan, doğal bir halde ve olduğu gibi ifadeye onları anıştırmak. Bunlar yapılınca netice şu olacaktır: Türk çocuğu konuşurken, onun beyan ve anlatılış tarzı;Türk çocuğu yazarken, onun ifade üslubu kendisini dinleyenleri, onun yürüdüğün yola gösterebilecek kabiliyeti sayesinde;Türk çocuğu kendisini dinleyeni veya yazısını okuyanları peşine takarak yüksek Türk ülküsüne iletebilecek, ulaştırabilecektir.

Atatürk’ün Türk dili hakkındaki görüşlerinin oluşmasında yetiştiği devrin fikir akımlarının ve dil konusundaki çeşitli tartışmaların etkili olduğu bilinmektedir.O, her Türk aydını gibi dil sorunu ile yakından ilgilenmiştir.Cumhuriyetten çok önceleri, daha 1917’lerde G.Nementh’in
Türkçe Grameri’ni görmüş, bu münasebetle, gazete dilini yalnız aydınların değil, herkesin anlayabilmesi gerektiği yolunda görüş bildirmiştir.1922’de yaptığı bir konuşmada “muallime” yerine “meallim hanımlar” diye hitap etmiş, arkasından da dilimizde “dişilik te si “ kullanmak
Zorunda olmadığı etmiştir.Bu iki anekdot, Atatürk’ün çok önceleri, Arapça kurallarda arınmış sade Türkçe’den yana olduğunu göstermektedir.Bu görüsün oluşmasında etkili olan hareketleri anlayabilmek için Cumhuriyet öncesindeki faaliyetleri iyi bilmek gerekir.Tanzimat Döneminde Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Pasa, Ahmet Mithat, Şemsettin Sami, Süleyman Pasa gibi yazarların bilinçli olarak başlattığı dilde sadeleşme çabaları Osmanlı Türkçesini olabildiğince sadeleştirme yolunda önemli bir başlangıç olmuş, bu gelişmeler yönünde daha sağlıklı bir hareket olan “Yeni Lisan”hareketinin doğmasında rol oynamıştır.

Bu yıllarda görülen bir başka hareketten de bahsetmek gerekir:Tanzimat Döneminde “sadeleşme” akımı içinde iken, Servet-i Fünün ve onu takip eden yıllarda bağımsız bir nitelik kazanan “tasfiyecilik” hareketi.Şemsettin Sami, Ahmet Mithat Necib Asım, Ahmet Cevdet Emrullah Efendi, Veled Çelebi, Fuat Köseraif, Hüseyin Kazım gibi şahsiyetlerin temsilciliğini yaptığı bu görüş, dildeki Arapça Farsça kelimelerin tamamem atılmasını savunmaktadır.
II.Meşrutiyet döneminde Türk derneği ve dergisi etrafında toplanan tasfiyecilerin bas temsilcisi Fuat Köseraif’tir.

B u akıllar, Cumhuriyete kadar bir çatışam halında sürügelmiş, cumhuriyet sonrasında da zaman zaman taraftar bulmuşlardır.Ancak Cumhuriyete kadar en etkili olanı yeni olanı”Yeni Lisan” akimidir.Bu akim 1911 yılında Selanik’te çıkmaya başlayan genç kalemler dergisi etrafında toplanan Ömer Seyfettin, Ali Canip,Ziya Gökalp,Kazım Nami, Akil Koyuncu gibi isimler tarafından savunulmuştur.Bunlar içinde özellikle Ziya Gökalp’ın teorisyenlik yaptığını Ömer Seyfettin’in ise onun görüşlerini hikayelerinden uyguladığını belirterek, bu ikisinin önemini vurgulamalıyız.Yeni lisancıların başlıca görüşleri söyle özetlenebilir.Dildeki Arapça Farça gramer kurallarını atarak Türkçenin kurullarını isletmek Arapça Farsça kelimeleri Türkçe’deki söylendikleri gibi yazmak öteki Türk lehçelerinden kelime almak yerine Istanbul Türkçe’sine dayalı canlı bir yazı dili oluşturmak;bu yolla taklit ve özentiden kurtulmuş milli bir dil ve edebiyat ortaya koymak.

Yeni Lisan akiminin en önemli özelliği Tanzimat’tan beri süregelmekte olan “fesahatçilik” ve “tasfiyecilik” gibi birbirine zıt fikir akımlarını günün şartları içinde en ilimli biçimde uzlaştırarak milli dile geçişi sağlamış olmasıdır.Görüldüğü gibi, Cumhuriyete gelinirken Türk aydınının gündeminde “dil” sorunu önemli yer tutmaktadır.Başından beri türk dili ile yakında ilgilenen Atatürk’ün millet tanımı içinde dilin çok önemli bir yeri vardır.Ona göre millet, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların meydana getirdiği sosyal ve siyasi bir topluluktur.O bu konudaki görüşlerini şu şekilde daha net söylemetedir.”Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran türk halkı türk milletidir.Türk dili demektir Türk milleti için kutsal bir hazinedir.Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlakını ananelerini hatırlarını, menfaatlerini, kısacası bugün kendi milletini yapan şeyin dili sayesinde muhafaza olduğunu görüyor.Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir”